Kılavuz, 2004

Ece Özdemir

 

1960 yılında doğdu. Mimarlık öğrenimi gördü. Sinema üzerine yazılar yazıp,  ödüllü kısa filmlere imzasını attı. İlk uzun metrajlı filmi İz'i 1994 yılında çekti. Sonraki filmi Güneşe Yolculuk (1999), yönetmene uluslararası tanınmışlık sağladı. Henüz gösterime girmemiş olan filmi Bulutları Beklerken (2004), yönettiği üçüncü uzun filmidir. Bu filminin araştırma aşamasında da ilk belgeseli olan Sırtlarındaki Hayat'ı (2004) çekmiştir. 

 

Sinemayla ilk tanışıklığınız hayatınızın hangi dönemine denk düşüyor?

 

Öğrencilik dönemlerime. Mimarlık öğrenimim sırasında bir çeşit kararla sinemacı olmak istedim. İstanbul'a döndüğüm zaman restorasyon mastırım sırasında da fiilen uğraşmaya başladım. İFSAK kanalıyla önce sinema kulübünde çalıştım, sonra ilk kısa filmimi çektim. Ondan beridir de uğraşıyorum.

 

Kendi filmlerinizi çekme ya da kendi sinemanızı oluşturma fikri nasıl belirdi?

 

İlk filmimden beri. İlk kısa filmimde kendi öykümle başladım, kendi senaryomu yazdım, kendim prodüksiyon yaptım, yönettim. Başından sonuna kadar projenin içindeydim. Her alanında çalıştım ve ondan itibaren de o projeyle beraber kendi hikayelerim ve kendi dünyamı yaratmak, geliştirmek, yaşatmak üzere bir sinema anlayışıyla; dört kısa film, üç uzun metraj ve bir belgesel yaptım. 

 

Sinemaya kısa filmle başladınız. İzleyici olarak hala ilginizi sürdürüyor musunuz? Kısayı ayrı bir kulvar olarak görenlerden misiniz, yoksa sizin için de uzuna geçmek için bir basamak mı?  Uzundan sonra kısaya dönmenin zorluğunu biliyoruz ama yeni kısa film projeleriniz olabilir mi?

 

Tabii, bir anlamda aslında yaptığım belgesel kısa bir film. İkisi birbirinden çok ayrı değil aslında. Her ikisi de bir yaratım süreci. Bir hikayeyi anlatıyorsunuz ve o hikayeyi yaratıyorsunuz. Bunu belki doksan dakika içinde yapmayı düşünüyorsunuz, daha geniş  yani. Ya da daha kompakt bir hikaye düşünüp yeniden aynı şekilde görsel bir anlatımla sinemalaştırıyorsunuz. Sonuç olarak; biri diğerinden farklı değil ama kısa film yapma dönemi, tabii ki daha uzun projeler için bir tecrübe  kazandırıyor insana. Özellikle oyuncu yönetimi çok daha derin ve anlamlı bir sinemayı yaratmak, kişisel bir sinema yaratmak açısından kısa film yapma dönemi çok büyük bir tecrübe dönemi mutlaka. Tabii ilk yapılan filmle, olgunlaştıkça yapılan filmler arasında fark var. Ama, sadece kısa film yaparak da filmografisini sürdüren yönetmenler de var. Bu bir anlayış, yaşamını sürdürebiliyorsa da bir yandan tabii. Dışarıda daha çok şansı var kısa filmle hayatını sürdürebilmek için. Dağıtım alanı daha geniş dışarıda. Sadece kısa film, animasyon veya sadece belgesel yaparak sinemasını sürdüren yönetmenler var. Söyleyeceği sözü daha geniş bir alana yayarak söylemek isteyenler ve bir parça da ticari nedenle uzun filme geçiyor bir süre sonra sinemacılar.

 

Bir söyleşinizde de kendi sinema dilinizi yarattığınıza inandığınız anda uzun metrajlı film yapacağınızı söylemiştiniz.

 

Başından sonuna kadar bir filmi oluşturma sürecinde hemen her noktada daha olgun olduğunu hissettiğinde insan tabii ki daha büyük bir cesaret duyuyor. Bende de oldu. Sinema yapmanın en zor noktalarından biri oyuncu yönetimidir. Kısa filmlerimdeki daha naif, daha tecrübesiz oyuncu yönetiminden sıyrılmaya başladığımı hissettiğimde İz'i çekmeye karar verdim. Çünkü kocaman bir film yapıyorsunuz, bunu izleyiciye aktarmaya çalışırken başta kendinizin o hesaplaşmayı yapmanız gerekiyor. Karakterlerinizi ne kadar yansıtabildiniz, ne kadar oynatabildiniz, nasıl bir görsel derinlik yaratabildiniz? Bu çok önemli bir şey, çok zaman isteyen bir süreç. 

 

Yeşim Ustaoğlu’na ait bir sinema dilinden söz edebilir miyiz? Edersek özellikleri nelerdir?

 

Aslında çok yalın bir kamera kullanımının olduğu, fotoğraflarıyla, kompozisyonuyla bir iç dinamizmin yakalandığı, karakterlerinde de özellikle iç dinamizmin, iç dünyaların öne çıktığı  bir sinema ve tabii ki, mutlaka arkasında da bir sorunsalı didikleyen bir sinema yapıyorum sanırım son dönemlerde.

 

İz ve Güneşe Yolculuk yurt dışında da gösterim imkanı buldu. Filmleriniz yurt dışında amatör ve profesyonel çevrelerde nasıl karşılandı?

 

İz'i şimdi hatırlamıyorum. Üzerinden uzun zaman geçti de, Güneşe Yolculuk daha taze anı olarak. Güneşe Yolculuk dünyanın hemen her yerinde gösterildi. Sadece festivallerde değil, sinemalarda da gösterildi.Yani vizyona girdi dünyanın hemen her yerinde. Birçok gösteriminde bulundum, galalarında özellikle. Japonya'daki seyirciden Kanada'daki seyirciye, Diyarbakır'dakine kadar benzer bir heyecanı gördüm. Oradaki insanlar bizde yaşanan problemi bilmemesine rağmen, genel bir anlayışla özellikle öteki insanın problemini hissetme noktasında buradakiyle aynı şekilde buluştu, aynı şekilde Mehmet'i ve Berzan'ı anlayabildi. Dolayısıyla genel olarak filmin çok kabul gördüğünü, filmdeki duyguların dünyanın her yerindeki insanlara geçtiğini hissettim. Buna ilişkin derslerde verdim dönem dönem; yerel boyutta evrensel sinemaya geçiş konusunda özellikle.

 

Filmlerinizin yabancı festivallerde aldığı ödüllerle uyandırdığı yankıda, eleştirmenlerin film okuma sürecinde takındığı politik yanlılığın etkisi olabilir mi?

 

Yok, yok böyle politikalar girmiyor hiç aslında. Aksine sadece politik bir şeye dayanan, arkada gerçek anlamda bir sinema olmayan hiçbir yapıt hiçbir yere gitmiyor. O bir anlamda klişe ve slogancı bir yerde kalıyor. Hiç kimsenin de umrunda olmuyor. Güneşe Yolculuk'un başarısı, belki bundan sonra da Bulutları Beklerken'in seyirciler tarafından kabul görebilme ihtimali, samimiyetine dayanacak her şeyden önce. Ve dediğim gibi çok yerel, çok bize ait bir temayı, çok evrensel bir boyutta işlemiş olması. Aynı ayrımcılığı Japonya'da da yaşayanlar var, Kanada'da da, İsrail'de de, Filistin'de de, Pakistan'da da, Amerika'nın göbeğinde de yaşayanlar var. Bu nedenle herkes aynı şekilde hissedebildi, gördü, anladı Berzan'ın ve Mehmet'in dramını. Onların derinliğini, onları hissettiler onlar. Sadece politik gerçekliği tartışmadılar. Bunu yaratmak önemli tabii hangi yapıtta olursa olsun. Böyle bir derinliği yaratmak lazım. 

 

Güneşe Yolculuk ve Bulutları Beklerken'in ekibi hemen hemen aynı kişiler. Özelikle görüntü yönetmeniniz Jacek Petrycki önemli bir isim (Kieslowski'nin de çalıştığı isimlerden biri). Ekibi kurmak ve tekrar bir araya gelmek zor oldu mu?

 

Bir anlamda bir inanç, güven meselesi bu. Birbirini tanıyan insanlar bir araya geliyor. Bir önceki ekipten pek çok insan vardı bu projede de. Görüntü yönetmenimle de bizi bağlayan ortak bir sinema anlayışı olduğu için bir araya geldik. Güneşe Yolculuk'un senaryosunu çok beğenmişti. Ondan sonra da çok güzel bir çalışma yaptık. Birbirimizi çok yakından anladık, görsel olarak da aynı noktada birleştik. Dolayısıyla da ayrılırken de çok gönülden bir şekilde, yeni projen ne zaman başlıyor diyerek gitti zaten. Bulutları Beklerken’in de senaryosunu okur okumaz ilk tepkisi, “Hayatım boyunca böyle bir film yapmak istemiştim” oldu. Görsel zenginliği farketmiş, bunun yanısıra da müthiş bir karakter derinliği olduğunu anlamıştı filmde. Çok hoş bir çalışma olacak dedi ve koşa koşa geldi zaten.

 

Güneşe YolculukBulutları Beklerken ve Sırtlarındaki Hayat'ı göz önüne alarak; Yeşim Ustaoğlu sineması sosyal eleştiriye açık bir sinemaya doğru gidiyor diyebilir miyiz?

 

Yaşadığı toplumu anlatan, hisseden, eleştiren bir sinemam var tabii ki. Psikolojik dramalar yapıyorum. İnsanların psikolojileri, karakterleri beni yoğun olarak ilgilendiriyor ve bunu anlatıyorum. Ama her zaman için bunların arkasında da yaşadığım yerin, dünyanın bir eleştirisi de var. Şimdilik böyle gider gibi gözüküyor.

 

Tüm bu öyküleri şehirli, eğitimli ve bu yaşamlara uzak bir insan olarak anlatırken içselleştirmek konusunda sıkıntılar çektiniz mi?

 

Hayır, hiç öyle uzak da değilim aslında. Benim de hayatım bu sorunların içinde geçti yoğun olarak. Hiçbir zaman kopmadım sokaktaki hayattan. Nerede olursam olayım, sokaktaki dinamizm beni her zaman cezbetti ve bütün o sorunların içinde yaşadım, ya da bir şekilde gözlemledim, uzakta tutmadım kendimi. Bir konu aklıma gelip de böyle onu didiklemek üzere birdenbire konsantre olup araştırmaya başlamıyorum. Bildiğim şeyler, yaşadığım, gözlemlediğim, beni etkileyen şeyler gelip dürtüklüyor bir şekilde, öyle bir serüvene geçiyorum ben de.

 

Sizce Türk sinemasının son dönemde yavaş yavaş kıpırdanmaya başlaması bizi yeni bir Türk sinemasından söz etmek yönünde heyecanlandırmalı  mı? Yoksa yaşananlar tesadüf mü? Türk sineması gerçekten yol alıyor mu?

 

Bundan sonraki arkadaşların projeleriyle de devam edecek tabii, ama şu anda hoş bir şey var. Yeni bir kuşak var her şeyden önce. Beni en çok sevindiren projeleren biri Ahmet'in (Uluçay) projesi mesela. Onu tamamlayabilmiş, çekmiş olması ve çok iyi bir proje olması beni sevindiriyor mesela. Ahmet'in devam etmesini, buna benzer yeni filmler çekmesini isterim gerçekten. Çünkü gerçek bir sinemacı kimliğine sahip. Böyle insanların, sinema yapmak isteyen insanlara, böyle yapıtlarla, benimki dahil Ahmet'inki dahil yol göstermesi gerekir. Çünkü çok hızla gelişen, değişen bir dünya da yaşıyoruz. Herşey çok hızla gelip geçiyor. Bu biraz iletişim imkanlarıyla, biraz internetle ilgili. Hızlı yaşayan bir gençlik var aslında. Onun yanında da bizim gibi insanlar var, Ahmet gibi insanlar var. Bambaşka dünyalardan gelip ortaya birşeyler çıkarıyorlar. Onun kalıcılığını ve gücünü görmesini isterim seyircinin, etkilenmesini de isterim. Sonraki kuşağın yapacağı şeyleri etkilemesini isterim.

 

Seyircinin gerçek anlamda anlayabildiğini düşünüyor musunuz sizi? Ahmet Uluçay'ı, N. B. Ceylan'ı, Zeki Demirkubuz'u ve bu kuşak içinde sayabileceğimiz diğerlerini.

 

Sanırım Ahmet ve ben seyirci anlamında daha yoğun bir sayıya ulaşabiliyoruz. Biraz daha geniş bir izleyici kitlemiz oluştu artık. Devam etmesini de isterim bunun. Bilge ve Zeki biraz daha az izleniyor, yani seyirci potansiyeline baktığım zaman. Ama, tabii ki popüler sinemanın  ötesinde bir izleyici kitlemiz var. Bunun daha çok ve kalıcı  olmasını talep ediyorum ben de kendi adıma. Burada çok önemli bir emek var, söylenen sözler var aslında. Sinemacıların da ötesinde, seyircinin de kendi kendini zorlaması lazım aslında. Takip etmesi lazım, ulaşması lazım, örneğin sinema kitabına öyle değil mi?

 

Peki teşekkür ederim.

 

Ben de.