İkisi de Cesurdu ve The Gunfighter Karşılaştırmalı Örneğinde

Yılmaz Güney Filmlerinde Batı Sinemasının Etkileri

İlker Mutlu

 

1960 ve 1970’lerde yapım sayısında yapay bir artış gösteren Türk Sinemasının özelliklerinden biri, bol sayıda kullandığı yabancı kaynaklar ve bunun etkileri olur. Yabancı kaynak, etki ve türler çokça kullanılıp ticari sinemada bir tercih konumuna gelmiştir.

Sinema, gerek bir sanat, gerekse bir endüstri olarak, özellikle çok sayıda film çevrilen ülkelerde yeni kaynaklar bulma zorluğuyla karşılaşır. Bu yüzden her ülke sineması, belli dönemlerde, bir konu sıkıntısı sorunuyla karşı karşıya geldiğinde bir geçerlilik ya da bir rantabilite umut ettiği sürece her türlü kaynağı çıkış noktası olarak büyük bir rahatlıkla kullanmıştır.

Başka ülkelerin ticari sineması gibi, Türk sineması da ulusal ve yabancı çeşitli kaynaklardan yararlanmış ve bu kaynakların seçimi, kullanılması ve yorumlanması Türk sinemasının belli dönemlerdeki gerçek ticari çizgisini oluşturmuştur.

Az zamanda çok işin yapıldığı bir ticari düzende özgün öykü ve senaryo, yorum ve zaman sorununu da beraberinde getirir. Yerli roman, öykü, sahne oyunu başta bir araştırma, sonradan bir uygulama sürecini ve maliyet açısından önemli olabilecek bir telif hakkını gerektirir. Durum böyleyken yabancı bir filmi, en azından çıkış noktası olarak kullanmak bir kolaylık, bir rahatlık getirmelidir diye düşünülebilir. Ancak, toplumlar arasında duygu, görüş ve anlayış farklılıkları vardır.

Senaryo yazarı ve yönetmen İlhan Engin: “Türk sinemasında bugüne kadar prodüktör evvela işletmecinin etkisinde kalarak, artisti angaje eder. Jönün karşısında oynayacak olan jöndamı seçer, sonra birkaç karakter oyuncusu ile de anlaşmasını yaptıktan sonra, filmin çekimine çok kısa bir zaman kala konu aramaya başlar. “Sende Ayhanlık, Göksel’lik bir konu var mı?” gibi sözlere alışmış olan sekiz on senaryocu, dağarcıklarında bulunan üç beş hikaye ve tretmanla artan konu ihtiyacını karşılayamadıkları için denenmiş ve Türkiye’de iş yapmış ecnebi filmlerin konuları hallaç pamuğu gibi atılmaya başlanmıştır. Hatta bu işte o derece ileri gidilmiştir ki, birbirlerinden haberleri olmadığı için, bir ecnebi filmin yerli birkaç kopyası birden oynamaya başlamıştır. Bu hal bugün de devam etmektedir.” (1965).

Dönemin bu özelliğini vurgulaması açısından şu veri dikkat çekici: 1967’de çekilen 109 filmin senaryosu, yalnızca 11 senaryocunun elinden çıkmıştır ve bunlar arasında bir yılda tek başına 23 senaryo, 18 senaryo, 11 senaryo verenler vardır.

Yabancı film uyarlaması hiçbir zaman sanıldığı kadar kolay olmamıştır. Yabancı kaynaktan alınan öykü ne denli sağlam görünürse görünsün, daima bir püf noktası çıkar. Ya çevre uymaz, Türkiye’de karşılığını bulmaz, ya da kahraman bir çeşit anti-kahraman, olumsuz kahraman olur ya da kişiler arası ilişkiler, davranışlar Türk toplumuna ters düşer. Hazır kurulmuş, tüm ayrıntıları yerli yerine konulmuş, işlenmiş bir öykünün yapısından bir öğeyi çıkartmaya kalkışınca tüm bina çöküp sarsılabilir ve çıkartmak zorunda kaldığınız bu öğenin yerine bazen benzer, bazen de değişik, ancak seyirciye otantik görünebilmesi için gerekli, başka bir şeyler eklemek zorunda kalırsınız. Ve değiştire değiştire, bakarsınız, ortaya bambaşka bir öykü, senaryo, film çıkıvermiş.

Yılmaz Güney’in de, hele ki senede on-on iki film kotardığı ‘60’lardaki Çirkin Kral döneminde, benzer bir etki içinde olmaması düşünülemezdi. Ama bunda onu sinemaya çeken unsurların da büyük önemi vardı ve onu Güney yapacak konular da bu kaynaklardan şekillenecekti. Güney’i anlatan biyografiler, onun sinemacı olmaya yönlendiren yolun Adana’daki gençlik yıllarında film şirketlerinde bobin taşıyıcısı olarak çalışırken açıldığını anlatırlar. Bu döneminde sık sık film izleme imkânı bulan ve seyrettiği bu filmlerin halk üzerindeki etkisini çok iyi gözlemleyen Güney, edindiği deneyimleri ileride filmlerinde kullanacaktı elbette. İzleme fırsatını bulabildiğimiz filmlerini incelediğimizde, Yılmaz Güney’in sadece bahse konu dönemde değil, tüm hayatı boyunca da iyi bir sinema seyircisi olduğu anlaşılmaktadır.  İzlediği filmlerden esinlenmelerini kendi yapıtlarına halkımızın da çabucak benimseyeceği bir tarzda yerleştirdi; bir kopyalama değil, bir tür yeniden yaratma gerçekleştirdi.

 


İkisi de Cesurdu  (1963)

YönetmenFerit Ceylan

Oyuncular: Samim Meriç - Yılmaz Güney - Semra Sar - Hilal Esen

Senaryo: Yılmaz Güney

Yapımcı: Meriç Film (Samim Meriç)


 

İkisi de Cesurdu, sürgüne gönderilen ve geldiği kentte yerli kabadayılarca gelişi hoş karşılanmayan ve nam kazanmak isteyenlerin hedefi haline gelen Ali Duran’ın hikayesini anlatır. Film, tipik bir Amerikan westerninin tüm öğelerini barındırmaktadır ve aslen hikayesi de, artık bir western klasiği olan The Gunfighter’dan gelir. Salonların yerini kahvehaneler almıştır. Yalnız kovboyun kaldığı salaş otel ve ona ilgi duyan küçük kız çocuğu unsurları da bize uygun bir hikaye bünyesine ustaca yedirilmiştir. Ve tabii ki kentin bir tren istasyonu vardır ve kahramanımız bir çatışma sonrası, son nefesini burada verecektir.

 


The Gunfighter (Silahşör) (1950)

YönetmenHenry King

Oyuncular: Gregory Peck, Helen Westcott, Millard Mitchell, Karl Madlen, Skip Homeier

Senaryo: William Bowers, Andre de Toth (William Bowers’ın öyküsünden)

Yapımcı: Nunnally Johnson (Twentieth Century-Fox)


The Gunfighter, klasik kara film etkileri de taşıyan, farklı bir westerndir. Yaşlanmakta olan bir silahşör, Jimmy Ringo, öldürmekten bıkmıştır, ama kendisini vurup nam yapmak isteyen serseriler sürekli peşindedir. Bırakıp gitmek durumunda kaldığı karısını ve oğlunu görmek için geldiği kasabada, artık şerif olan eski arkadaşı ile karşılaşır. Şerif bela yaratmaması için onu uyarır. Daha önce vurduğu başka bir serserinin kardeşleri de peşindedir, ama filmin sonunda, tam kasabadan ayrılırken, oldukça genç bir delikanlı olan ve film boyunca şişirilen Hunt, onu sırtından vurur.

The Gunfighter  doğrudan Jimmy Ringo’nun (Peck) çölde atla ilerleyişiyle açılmaktayken, İkisi de Cesurdu’da Ali Duran’ı (Güney) görmek için on dördüncü dakikayı beklememiz gerekir. Aslında, İkisi de Cesurdu, biraz da filmin yapımcısı olmasının hatırına, sahne çokluğu bakımından Samim Meriç’e ağırlık vermektedir.

 

*Ali Duran, kendisini sürgüne getiren trenin penceresinde, arkasında iki jandarma, elleri kelepçeli. Filmin yaklaşık olarak 14. dakikası.

Hikaye gerçekten de Ali Duran şehre gelinceye kadar Yalçın (Meriç) üzerinden ilerler. Yalçın, şehrin en namlı kabadayısıdır. Kimse karşısında durmaya cesaret edememektedir. Ama o da bu durumdan hoşnutsuzdur. Sevgilisiyle (Sar) başka bir şehre gidip evlenmeye kararlıdırlar. Bunun için Yalçın’ın kardeşinin dönüşünü beklerler. Yalçın, işletmekte olduğu kahvehaneyi kardeşine bırakıp öyle gidecektir.

Bu sırada Ali Duran’ın hapisten çıktığı ve sürgün için altı aylığına şehre gönderildiği haberi gelir. Bu durum tüm planları alt üst etmiştir. Yalçın’ın kardeşi ağabeyini uyarmak ve Ali Duran gelmeden şehirden ayrılmasını sağlamak üzere erkenden gelir. İkisi de Ali Duran gelince Yalçın’ın namına gölge düşeceğini ve olayların onu Ali Duran’la kapışmaya zorlayacağını bilirler. Kaçınılmaz gün gelir ve tren Ali Duran’ı sürgününü geçireceği şehre getirir.

 

*Samim Meriç ve Semra Sar.

Jimmy Ringo da Ali Duran gibi bir kabadayıdır, ancak onun gibi sürgüne gitmemektedir. Kasabaya kendi isteğiyle gitmektedir ve amacı yıllar önce terk ettiği karısını ve hiç görmediği oğlunu görmek, yaşamakta olduğu tehlikeli hayatı bırakmaktır.Yolu üstünde uğradığı bir kasabada soluklanmak için bir bara girdiğinde, şöhreti orada da yakasını bırakmaz ve nam kazanmak isteyen genç bir serseri onu kapışmaya zorlar. Ringo uzak durur, ama genç ilah çekince onu vurmak durumunda kalır. Pişman olmuştur ama kasabadan hemen ayrılır. Çocuğun üç erkek kardeşi peşine düşer.

 

*Ringo, kendisine silah çeken genci vurur.

Ringo kasabaya ulaştığında, adamlarla arasında birkaç saat vardır ve film bu sürenin gerilimi üzerine kurulur. Bu açıdan High Noon (Kahraman Şerif, 1952, Fred Zinnemann) ile de akrabalığı vardır.

Yalçın’ın kardeşi Hamaloğlu adındaki bir kabadayının selamını getirmiştir. Hamaloğlu öldürülmüştür. Ölmeden önce Yalçın’ın kardeşine Yalçın’ın Ali Duran’la kapışmamasını söylemiştir. O esnada kahvehanede bulunan bir serseri atıp tutmaktadır. “Gelsin de bizim Yalçın kabadayılığın ne olduğunu öğrensin ondan.” der bir yerde. Yalçın bunu duyar ve adamı döver. Benzer konuşmalar başka yerlerde de olur ve Yalçın bunları işitir!

 

*Polis arkadaşı, Ali Duran’ı uyarıyor.

Ringo’nun da Ali Duran’ın da geldiği yerdeki polis gücünün başı, ikisinin de eski arkadaşlarıdır. Ali Duran’ın arkadaşı (Somer), onun çocukluk arkadaşıdır, fakat onun gittiği yolun aksine, kanunu seçmiştir. Ringo’nun arkadaşı şerif ise Ringo gibi eski bir hayduttur, fakat uslanmıştır. İkisi de geldiklerinde bu arkadaşları tarafından uslu durmaları için uyarılırlar.

The Gunfighter’da da benzeri dedikodu sahneleri vardır ve Ringo’nun geldiği kasabada kendini ispatlamaya çalışan genç bir serseri olan Hunt (Homeier), bu konuşmalara sık sık şahit olur. Bir berber salonunda yine bu tür bir konuşma geçince, başta vurulan çocuk gibi o da “Onun da iki eli yok mu?” diye dalgasını geçer.

Ali Duran’ın da, Ringo’nun da gelişleri büyük merak konusu olur. Halk peşlerine takılır, tüm hareketlerini izler. Halkın bu merakı ve aralarında konuşmaları, ana kahraman ile nam yapmak isteyen kabadayı arasında bir akıntı gibi gidip gelir iki filmde de.

Ali Duran’ın şehirdeki hikâyesi altı ay sürecektir. Bu nedenle bir otele yerleşir. Ringo’nun ise kasabadan ayrılmak için sadece birkaç saati vardır. O yüzden sürekli olarak, Karl Malden’in karakterinin işlettiği barda kalır.

Ali Duran’ın amacı sürgün süresini doldurup, bir an önce memleketine dönmek ve anasına kavuşmaktır. Odasına yerleşir yerleşmez ilk işi anasının resmini duvara asmak olur. Film boyunca sık sık anasına mektup yazar, ondan mektup alır.

Çocuk unsuru iki filmde de ön plandadır. Merak çocukları bu haydutlara yakınlaştırır. Ali Duran, geldiği şehirde dostluğu, kaldığı odanın penceresinden odası görünen küçük bir kız çocuğunda bulur (Esen). Ringo ise, zaten oğlunu görmeye gelmiştir. Ama onun babası olduğunu bilmeyen çocukla arasında, Ali Duran ile kız arasındakine benzer bir ilişki gelişir.

 

*Ali Duran ve küçük kız (Hilal Esen).

*Jimmy Ringo ve oğlu.

Ringo, sevgilisine görüşmek için haber salar ve şeriften de bu konuda yardımcı olmasını ister. Peşindeki adamlar gelmeden onları görüp, ayrılmak istemektedir. Ama kadın uzun süre görüşmek istemez. Görüşmeye karar verdiğindeyse süre bayağı daralmıştır. Hunt bara gelir ve Ringo’yu taciz eder. (“Burada viskiye su katılıyormuş. Senin fikrin nedir?) Ama Ringo masanın altında tabancası olduğunu söyleyerek Hunt’ı alt eder. Hunt daha da hınçlanmıştır.

 

*Ringo, Hunt’ı oyuna getiriyor..

Yalçın da bir barda Ali Duran’ı taciz eder. (“Bizim buralarda içkiler fazla sert. Bak bakalım, doğru mu?”) Ama Ali Duran oyuna gelmez ve alttan alıp bardan ayrılır. Yalçın bunu korkma olarak algılar ve çevresine havasını atar. Nam almak isteyen bir serseri, ki filmin başlarında yalçın’ı gaza getirmeye çalışanların başındadır, silahını alıp, Ali Duran’ı takip eder. Ama Ali Duran onu yakalayıp bir güzel benzetir. Otele geldiğinde, anasının resmine dert yanar: “Oğlunu rahat bırakmıyorlar ana.” Ali Duran bir barda bir zavallıyı hırpalayan adamları döver. Yalçın bunu kendisine verilen bir gözdağı olarak algılar. Sevgilisiyle küstür ve olay çıkarmak için bahane aramaktadır.

Ringo, sevgilisinin ikna edilip gelmesini beklerken vurulma tehlikesi atlatır. Barın karşısında oturan yalı bir adam, oğlunu öldürdüğü gerekçesiyle Ringo’yu vurmaya kalkar, ama adamın karısı duruma engel olur.

Yalçın’ın sevgilisi Ali Duran’a gelerek onun yüzünden ayrıldıklarını, şehre geldiği için kendisine lanete ettiğini söyler. Ali Duran kızmıştır. Kendisini savunur. Benzer şekilde kasabanın kadınları da şerifin bürosunda yalnız buldukları Ringo’ya, onu tanımadan, kendisini şikaet ederler ve kasabaya huzursuzluk getirdiğini söylerler. Ringo kendisini savunurken şerif gelir ve kadınlara onun kimliğini açıklar!

Ringo’nun karısı nihayet ikna olmuştur. Ringo, barın üstündeki odada önce karısı, sonra da oğluyla konuşur ve işlerini düzene koyup onları alacağını söyler. Ama peşindeki adamlar gelmiş ve karşıya pusu kurmuşlardır.

 

*Başımıza ne gelirse, kadınlardan gelir.

Nam peşindeki serseri, otelde Yalçın’ın sevgilisinin Ali Duran’ın odasından çıktığını görmüştür. Yalçın’a durumu yetiştirir. Çok kızan Yalçın, Ali Duran’ın peşine düşer. Ali Duran ise, trenini beklerken soluklanmak için bir bara gider. Yalçın onu burada bulur. Ali Duran’a saldırır ama o karşılık vermez. O sırada bara gelen nam peşindeki serseri, önce Ali Duran’ı arkadan vurur, ardından da üzerine yürüyen Yalçın’a ateş eder ve gelen polislere gururla her şeyi itiraf eder. (“Ali Duran’ı vurdum! Yalçın’ı da vurdum!”) Ali Duran’ın yetişmesi gereken bir tren vardır ve yaralı halde bardan çıkmıştır.

Ringo’nun peşindekiler, şerifin yardımcısı tarafından yakalanırlar. Artık hiçbir tehlikenin kalmadığını düşünen şerif, Ringo’yu dışarıya çıkartır ve atına bindirir. Vedalaşırlar. Ama hesaba katmadıkları biri vardır: serseri Hunt! Hunt, pusu kurduğu köşeden çıkar ve Ringo’yu arkadan vurur ve zafer nidalarıyla ortaya düşer. Şerif onu bir yumrukta yere serer.

 

*Korkak Hunt, Ringo’yu arkadan vurur...

Serseri Ringo’yu arkadan vurmuştur ve içeri atılacaktır, ama Ringo son nefesini vermeden önce itiraz eder, “Önce ben silahımı çektim.” der. Hunt’a “Bana teşekkür etme” der, “Benim yaşadıklarımı sen de yaşayacaksın.”

Ali Duran yaralı halde zorlukla tren istasyonuna gelir. Fakat trene yetişemez. Küçük kız ona sarılır ve ağlar. Polis arkadaşı da yanındadır.

 

*Ali Duran’ın sondaki yaralı yürüyüşü. Sinemamızın simge sahnelerinden biri olacak ve pek çok filmde farklı aktörlerce tekrar edilecektir.

Yılmaz Güney’in sondaki yürüyüşü bir efsane gibi anlatılır. Yani daha çok zamanında filmi görmüş olanlar tarafından. Etkileyici olduğunu kabul etmek gerek. Fakat çok tekrarlanmış olması sahnenin bizim kuşak üzerinde bırakacağı etkiyi azaltıyor ne yazık ki. Aynı yürüyüş, benzer bir çekimle Samim Meriç’e de yaptırılıyor filmde. Ancak Meriç yaralı değildir. Daha doğrusu gönlü yaralıdır ve sevgilisinin evinin altına kadar neredeyse Ali Duran’ın geçtiği yerlerin aynısından geçerek gelir, yağmur altında.

The Gunfighter’ın Amerika’da fazla iş yapmadığı söyleniyor ve bunun nedeninin Gregory Peck’in filmlerdeki genel tiplemesinin dışına çıkılması olduğu düşüncesi hakim. Stüdyo Peck’in otantik dönem bıyığından nefret etmiş, ki Peck neredeyse filmlerinin tamamında bıyıksız oynamaktadır. Aslında, Fox’ta prodüksiyonun başı olan Spyros P. Skouras, prodüksiyon başladığında şehir dışındaymış. Döndüğünde ise, filmin büyük kısmı tamamlanmış olduğundan, Peck’e traş olması ve sahneleri yeniden oynamasını emretmek için vakit çok geçmiş. Film gişede yatınca, Skouras’ın Peck’in üzerine yürüdüğü ve “Bıyık bize milyonlara maloldu.” dediği söylenir. Diğer yandan, filmin bizde yaptığı işin büyüklüğü hakkında bir bilgiye ulaşamadım, ancak içeriği açısından (sadakat, dostluk, kahramanlık, kabadayılık) bize yakın duran yapısıyla tutulmuş olacağını düşünüyorum. Ama, öyle ya da böyle, film Güney’i etkilemiş olmalı ki, Çirkin Kral filmlerinde kullandığı kabadayı mitosunun temellerini attığı filmde bu filmin öyküsünden yararlandı. Keza, aslında oyun tarzları hiç benzeşmeyen Peck’în oynadığı Jimmy Ringo da Güney’in suskun kabadayı tiplemesinin özelliklerine benzeyen yapıda bir karaktere sahiptir ve Güney’in oyununun izini sürerken bize şaşırtıcı ipuçları vermektedir.

Gregory Peck, Bülbülü Öldürmek’teki (To Kill a Mockingbird, 1962, Robert Mulligan) avukat Atticus Finch ile birlikte aktörlük yaşamı boyunca sergilediği en iyi iki performanstan birini Ringo’da sergilemektedir. Hem de geneldeki çizgisinin dışına çıkma pahasına! Gerçekten de, Peck’i düşündüğünüzde, kravatıyla düzgün giyinmiş halde bir avukat, kasabanın sofistike bir bireyi ya da bir işadamı gözünüzün önüne gelir. Ama, işte botlarını ve mahmuzlarını giydiğinde de en büyük oyunlarından birini veriyor. Yönetmen Henry King’in de hakkını yememek lazım.

John Wayne’in Jimmy Ringo’yu oynamayı çok istediği söylenir. Hikaye Columbia Pictures adına Harry Cohn tarafından Wayne için satın alınmış. Ama Wayne, gençken kendisini refüze eden Cohn için çalışmayı reddetmiş. Cohn da bunun üzerine projeyi Twentieth Century Fox’a satmış. Film Yazarlar Birliği tarafından En iyi Yazılmış Amerikan Westerni ödülüne aday gösterilmiş. Diğer Amerikan westernlerinin aksine kahramanı oldukça edilgen durumlarda bırakarak da fark yaratan film, genel western tarzından farklı duran minimalist anlatımıyla da 1950’lerde üretilen en iyi yapımlar arasına giriyor.

Henry King’in değeri bilinmemiş bu filmi -Kahraman Şerif ve Kahramanın Sonu (The Man Who Shot Liberty Valance, 1962, John Ford) gibi filmler silahşör bir kahraman olmanın neye mal olduğunu gösterirken- Wyatt Earp efsanesinin başka bir yüzünü ortaya koymaktadır. Film aslında gerçek bir kişilik olan eski batı haydutu John Ringo’yu temel almaktadır. Gerçek Ringo acımasız bir katildi ve Doc Holliday, Wyatt Earp ve Earp Biraderlerle olan OK Corrall çatışmasından sağ çıkmıştı. Ayrıca, yine filmin anlattıklarının aksine, gerçek John Ringo –ki gerçek adı budur- 1882’de California’da ailesini ziyaret ettikten sonra melankolik bir alkolik haline gelmiş ve yalnız başına bir ağacın altına oturup, kendi silahıyla hayatına son vermiş.

İkisi de Cesurdu  ise, aslında diğer Çirkin Kral filmlerinden en fazla bir adım önde durmakta. Filmin önemi, oyun ve anlatım tarzından, görüntülerinden çok, Güney’in sinema yoluna kazandırdığı keskin dönemeçten ileri geliyor. Gerçekten de, hapiste geçen birkaç yılın ardından (ki daha isim yapmadan girmiştir içeri), adını öne çıkaran film bu olmuştur. Seyirci onu burada kabul eder ve Güney giderek majör firmaların dikkatini çeker, her zaman ustam diye sözünü ettiği ve öncesinde de çalıştığı Atıf Yılmaz ve Lütfi Akad gibi yönetmenlerle filmler çekmeye başlar.

Bu oldukça alçakgönüllü küçük yapım, hem bir mitosu başlatması açısından hem de başka bazı özellikleriyle, yine de izlenmeyi hak ediyor. Yılmaz Güney’in doğal oyunuyla zenginleştirdiği suskun, hüzünlü kabadayı, Ersun Kazançel ve Ali Şen’in filmi renklendiren neşeli tiplemeleri, kötü oynayan ama gayretli diğer oyuncular, dikkatli izleyicilerin gözünden kaçmayacak seyrek ama özenli çerçevelemeler (özellikle sona doğru, Ali Duran bavulunu toplarken karşı camda onun dikkatini çekmeye çalışan küçük kızı bir arada gösteren çekim ve beni oldukça şaşırtan, son sahnedeki, trenin altından Ali Duran’ın ölümünün verildiği çekim gibi), acemi ama rastlantısal güzellikte müzik kullanımı (Güney’in bazı sokak ve otel sahnelerinde West Side Story’den bölümler var, kısacık), betona boğulmamış şehir manzarası, Güney sevenlerin aşina olduğu silah romantizmi, hatta gerçekten yakışıklı bir oyuncu olan Önder Somer ve çirkin (denilen) Yılmaz Güney’i yan yana görmek için dahi seyredilebilecek bir kayıp klasik…

Kaynaklar:

Karagözden Sinemaya (Nijat Özön)

Türk Sinema Tarihi (Giovanni Scognamillo)

Yılmaz Güney Westerni (İlker Mutlu, Sinema, Aralık 2003)