Kinorama 5, 2004

Gökhan Erkılıç

 

Marco Bellocchio... 1960’lı yılların karşıt ve yıkıcı söylemlerle yükselen İtalyan politik sinemasının önde gelen isimlerinden biri. 1939 doğumlu yönetmen yarıda bıraktığı felsefe eğitiminin ardından sinema eğitimi aldı. 1965-70 yılları arası çektiği ilk dönem filmleri, kimi sinemacıların, Godard’ın Fransa’da oynadığı rolü İtalya’da onun oynadığı yorumunu yapmalarına neden oldu.  

 

Daha ilk filmi olan Cepteki Yumruklar (1965) ile sosyal çözülmenin bir örneğini güçlü bir gerçekçi eğilimle çizen yönetmen, ilgi alanları olarak sosyal yapının en küçük hücresi olan aile düzenini, köhne dini kurumları ve hızlı bir değişim geçiren sosyal kurumları belirlemişti. Topluma bireyselin ne denli toplumsal, marjinalin ne denli sıradan olduğunu öğretenlerden biri olarak tanındı.

 

Çin Yakındır’da (1967) gelenekçi düzen ile 1968 ruhunun çatışmasını, farklı sınıfların etkileşimlerinin ve düzenin korunmasından ödün verilmeksizin onay verilen değişimlerin üzerinden anlattı. 

 

Baba Adına’da (1970) otoritenin ve onun yerleşik değer ve kurumlarının anlamsızlığı üzerinde durdu. Baş Sayfada Saldıran Canavarlar’da (1972) ideolojik aşırılığın öz ve amaçtan uzaklaşmaya neden olduğu düşüncesini işledi. Deliliğin Çözümü’nde (1973) deliliğin toplumdan gizlenmeye çalışıldığı, gizlenemediği durumlarda da toplumdan soyutlanmaya çalışıldığı mesajını vererek ilgili kurumların işlevsizliğini gösterdi. Zafer Marşı’nda (1976) militarizmin kişilikleri törpüleyen doğasını kışladan çıkardı ve anlamsız ilişkilerin yaşandığı günlük militarizme taşıdı. 

 

Boşluğa Atlayış (1980) geçmişte kaldığı sanılan burjuva değerlerinin yeniden canlanması ve bağımlılığın ortadan kalkmasıyla değişen dengelerin yarattığı huzursuzluk üzerinde durur. Enrico IV (1984) deliliğin toplumun bencilliğine ve ikiyüzlülüğüne duyulan tepkinin bilinçli bir dışavurumu olduğu konusunda kuşku dolu bir yaklaşımda bulunur. Vücuttaki Şeytan (1986) evliliğin cinselliğe olan bağımlılığına dikkat çeker. Yargı (1991) baştan çıkarılmaya hazır olmanın aldatılma içindeki rolünü bir yargılama sürecinde ortaya koyar. Sevişmenin, bilincin kutusuna kapatıldığı anlardan örülü olması ve buna rağmen bilinç ortamında yargılanmasının ikilemi ilginçtir. Kelebeğin Düşü (1994) dilsizliğin geri planında yatan farkındalığı ve özgürleşme çabasını, Süt Anne (1999) yetişme evresinde yaşanılan bir psiko-sosyal dramı işler. 

 

Son yıllar, Bellocchio’nun sosyal koşullar içinde kendine çıkış yolu arayan sıradışı bireye yöneldikçe silikleştiğini ortaya çıkaran yıllardır. Yola politik söylemlerle çıkan Bellocchio, önce sosyal eleştiriye ve ona ortam hazırlayan delilik öykülerine, ardından da cinselliğe yönelen bir rota izler. Günaydın Gece, yönetmenin uzun bir aradan sonra politik söylemine yeniden döndüğü film olur. 

 

Günaydın Gece...     

 

Bellocchio gözde alanlarından biri olan politikaya yeniden dönerken, İtalyan tarihinin en derin yaralarından biri olan Aldo Moro cinayetine eğilmeyi tercih ederek, bir anlamda olaydan tam 25 yıl sonra kendi hesaplaşmasını yapıyor. Geçen yıllarla birlikte, yönetmenlik yaşamının ilk yıllarındaki sosyal eleştiri düzeyi yüksek filmlerindeki politik açılımlardan uzak düşen Bellocchio, eski günlerini yeniden yaşatacak bir fırsat  yakalamışken, Moro olayını yer yer belgesel görüntülerle destekleyerek politik ve tarihsel bir arka plan yaratmaya kalkışsa bile son derece duygusal ve insani yönüyle ele alarak doğrusu şaşırtıcı bir tercih yapmış.  

 

Yönetmenin Moro cinayetine eğilmesinde, 1995’de gerçekleştirdiği ve İtalyan siyasal tarihinin son elli yılını ikisi eski Kızıl Tugaylar üyesi dört uzmanın anıları ve arşiv görüntüleri ile anlattığı Sogni Infranti filminin rol oynadığını düşünüyorum. Bu belgeselin, yönetmene, Moro olayının kendisi açısından halen açık bir dosya olarak durduğunu hatırlattığı kanısını taşıyorum. 

 

Moro Kızıl Tugaylar örgütünün bir hücresi tarafından 16 Mart 1978 günü kaçırılır ve işi gücü olan bir ailenin yaşadığı izlenimi verilen bir evde gizli bir bölmeye kapatılır. Öykünün bundan sonrası, daha çok eve hapsolunmuş teröristlerin yaşamları üzerine kurulur. Anlaşmazlık ve çatışmalar kendi aralarındaki duygusal gelgitlerden ve o ortamı yaşamayan kökü dışarıda elebaşılarının verdiği emirlerin yarattığı gerginliklerden doğar. Moro’nun bazısı adresine ulaştırılmayan ve hayatını analiz ettiği mektupları ile genç kadın terörist Chiara’nın insani ve yer yer de kadınca tepkileri, bu ulusal trajediyi dört duvar arasına kapatır.  

 

Örgüt üyelerinin aval, söylev meraklısı ve kopuk tipler olduğunun farkına varan ve yaptıklarının özünde vahşetten başka birşey olmadığını sezen Chiara, filmde Moro’dan daha özenli çizilmiş. Bu durum, her ne kadar yönetmenin bilinçli tercihi de olsa, olayın siyasal kökenlerinden uzaklaşmasına, dışarıda olup bitenden soyutlanmasına ve neredeyse bir aile dramasına dönüşmesine neden oluyor. Böyle   teröristler olduktan sonra, Andreotti bile kaçırılmak isterdi diye düşünmeden edemiyorsunuz.  

 

Finale kadar süren bu toz pembe ev hapsi süreci, duygusallığa prim tanımayan politik güçlerin ödünsüzlüğü ve kendilerini kanıtlamak isteyen Kızıl Tugaylar örgütünün direnci arasında kalan Aldo Moro’nun cesedinin bir araba bagajında bulunmasıyla sonlanıyor. Geride Moro cinayetinden çok, teröristlerin ne de güzel şeyler olabileceği düşüncesi kalıyor. Ancak Şirinlerin arasında kalmış Şirine sözünü geçiremiyor. Politik restleşmenin kıskacında insancıl olanın yenik düşmesi, partiler arası uzlaşının mimarlarından Moro’nun yitirilmesi ve teröristlerin yakalanarak yaşamlarını cezaevlerinde tüketecek sürecin başlaması neredeyse bir masalın tepeden inme mutlu sonu gibi sunuluyor.  

 

Moro-Kızıl Tugaylar-Devlet üçlüsünün Andreotti ile temsil edilen devlet ayağı görünürde maçı kazanan taraf. Nasıl olmasın ki? Politik arenadaki bir rakip ortadan silinmiş, devletin ödün vermezliği kanıtlanmış ve örgüt üyelerinin bir kısmı içeri atılmış. Meydan, yıllar sonra devleti bir suç şebekesi olarak kullandığı açığa çıkarılacak olan Andreotti’ye kalmış. Soru: Bu cinayetin tetikçisi olan Kızıl Tugaylar’ın bir hücresi, azmettirici rolündeki derin devletle ilişki kurmuş olamaz mı? 

 

Bellocchio’nun filmini izlerken aklıma bir taraftan Sogni Infranti diğer taraftan da Giuseppe Ferrara’nın Moro Olayı (1987) filmleri takıldı. Sogni Infranti 1968 ruhunun ve sonrasının 1980’li yıllarda tümden tarihe gömüldüğünü, onu biçimlendirenlerin dilinden anlatırken, o döneme özgü anlatıların artık bir masal havasında yansıtıldığını söylemek ister gibiydiler. Ferrara’nın filmi ise unutulmaz Gian Maria Volonte’nin Moro’yu merkeze oturtan ustalıklı yorumu, belgeselci yaklaşımı, anlatıdaki satır atlamayan kronolojik rotası ve tarihsel fona verdiği önemle Günaydın Gece’den daha sağlam bir yapıttı. Sözünüzün zamanlamasını doğru yapmazsanız geceye böyle günaydın dersiniz!