Görünmeyen Adam İstanbul’u Terk Etti

İlker Mutlu

Ne çok insanı alıp götürüyor ve ne çoklarını yaşatıyor sinema. Öyle bir büyüsü var ki, oyuncuları ölümsüzleştiriyor, ömürlerine ömür katıyor. O insanları unutmanız mümkün olmuyor artık.

Bu duruma düşman olan zamanın kendisi ve zaman içinde ortaya çıkan modalar, akımlar, değişen jenerasyon. Ama yine de bir şekilde figürler ayakta durmayı başarıyor. Beni hep şaşırtan bir durumdur: Nostalji, kelime anlamıyla da özlem içerir hani. İnsan da yaşadığı bir şeyi özler, öyle ya. Ama bugün pek çok genç insanda da birebir yaşamadığı dönemlere dair bir nostalji olgusu oluşmakta. “Kült film” ve “kült sanatçı” kavramlarının oluşması ve yaygınlaşmasıyla genci yaşlısı, önündeki yepyeni, teknolojinin tüm nimetlerinden faydalanılarak yapılmış, kimileri de sanat harikası olarak nitelendirilen yapıtlardan uzaklaşıp, onları da es geçmeksizin, aslında yabancısı oldukları olguları içeren eski yapıtlara yönelmeye, onları aramaya, eski sanatçıları sahiplenmeye başladılar. Bizde Yılmaz Güney’in ölümünden o kadar yıl sonra tekrar popülerleşmesi de böyle bir durum.

Benim Turan Seyfioğlu’nu keşfim de böyle bir ortamda gerçekleşti. Gerçi yukarıda bahsettiğimden hayli farklı bir süreçte oldu bu. Kültleşmeye aday bir ikon olmakla beraber, Seyfioğlu, en azından şimdilik, sinema tarihimizin bu derece ilgi çeken bir figürü değil. Babamla ne yazık ki çok seyrek yaptığımız, ama küçüklüğümden bu yana sinemaya ilgimin gelişmesine olan katkısını yadsıyamayacağım sanat konuşmalarımızda üç isim devamlı geçmekteydi: Yılmaz GüneyAhmet Tarık Tekçe ve Turan Seyfioğlu. Belki başkalarının da isimlerini anıyordu babam, ama bunlar, sanırım dönemlerine yetişemememden ve filmlerinden örnekleri de çok fazla izlememiş olmamdan dolayı çok ilgimi çekmekteydi. Yılmaz Güney’in filmlerinin bir kısmı daha sonra gösterilmeye başlandı ve onlara ulaşabildim. Ahmet Tarık Tekçe, aralarında filmi en sık çıkandı, ama babamın sevgi dolu sözlerinden sonra onu da sıkı takip etmeye başlamıştım. Ama, gelgelelim, Turan Seyfioğlu’na, İstanbul’un FethiBerduş ve Katil filmleri hariç bir türlü ulaşamıyordum. Onun hayranı olmamı sağlayan filmler ise bu üçünden çok sonra, sanırım Erman Şener’in Çarşamba Sineması adlı programda, trt’de gösterdiğinde ilk olarak izlediğim, Şadan Kamil filmi Kaçak ve Lütfi Akad filmi Meyhanecinin Kızı’ydı.

Seyfioğlu araştırmasına tam iki sene önce başladım. İlk hedefim, sadece detaylı filmografisini edinmek, bunların tamamını bir şekilde görmek ve eleştirilerini de derleyip, kendi yorumlarımı da katarak kapsamlı bir yazı haline getirmekti. Ancak, kısa sürede fark ettim ki, oyuncu olarak kadrosunda yer aldığı yirmi altı filmin yarısından fazlasına ulaşmak bugün artık mümkün değil. Bir görüşmemde İlhan Arakon’un da söylediği gibi, “Türk sineması üç büyük yangın geçirmiştir.” ve iki büyük depo yangını, korumasız haldeki bir sürü sinema hazinemizin sonsuza dek yok olmasına neden olmuştur.

Bunun üzerine, ulaşamadığım filmleri haklarında yazılanlardan keşfetme yoluna gittim, ancak bu araştırma da başarısızlıkla sonuçlandı, çünkü ulaşabildiğim bu tarzdaki iki yayın olan Agah Özgüç’ün Türk Filmleri Sözlüğü ve Nijat Özön’ün Türk Sineması Kronolojisi, sadece filmler hakkındaki özet bilgilerden oluşmaktaydı. Bu durum beni ister istemez sanatçının yaşam öyküsünü, kişiliğini araştırmaya yönlendirdi ve kendimi bir anda dipsiz bir kuyunun başında buldum. Dipsiz kuyu diyorum, çünkü devrinde bu denli hayran kazanmış, ama hakkında kaynağa bu kadar zor ulaşılan bir sanatçı yoktur herhalde ve bunun yanında hareketli ve sırlarla dolu bir hayat yaşadığı. Onunla çalışmış, arkadaşlığı olmuş, hayattaki kişilerden ulaşabildiğim sekiziyle (Atıf YılmazSırrı GültekinLale Oraloğluİlhan Arakon, Sezer Sezin, Kenan Pars ve daha yakında Orhan Günşiray ve Fikret Hakan) yaptığım görüşmelerden edindiğim izlenim de kendisini açık eden bir insan olmadığı yönünde. Bu sanatçıların tümü onun efendi bir kişiliği olduğu, işine saygı duyduğu, kaprissiz olduğu gibi özelliklerini anlattılar. Fakat, bu görüşmelerde maceracı yönü, aile yapısı, yaşadığı sevdalar ve ölüm nedeni gibi konularda ancak kırıntılarla yetinmek durumunda kaldım. Çünkü devamı gelmiyordu ve pek çok konunun ucu açıkta kalıyordu. Özellikle lejyona katılma öyküsü tam bir kapalı kutuydu ve tüm bu gizem her bir aşamada insanı daha da içine çekmekteydi.

Bugüne değin hakkında çıkan yazılara  ve verdiği röportajlara ulaşmayı denedim. Fark ettim ki, dönemindeki ünlüler arasında en az röportaj veren, manşetlere çıkan Turan Seyfioğlu’ydu. Gerçekten de, tüm o fırtınalı filmlerde geçen Yeşilçam dönemi boyunca o, setler dışında iken sinema ortamından uzak bir yaşam sürmüştü. Orhan Günşiray onun film çekimi dışındaki meclislerde sinemadan asla bahsetmediğini ve bu konuda ısrarlı davranılan meclisleri de terk ettiğini anlattı. Beni şaşırtan ketum tarafına tamamen ters bir tarzda, muzip bir kişiliğe de sahip olduğundan bahsetmesi oldu herkesin. Örneğin İlhan Arakon bu özelliğini şöyle anlatıyor: “Tabi, gerek kardeşim, gerekse Turan’da bir zafiyet vardı; biraz içkiye düşkündüler. Akşam saat 6 falan oldu muydu bunlar artık şey gibi, sünger gibi içerlerdi. İçince de etrafa saldırırlardı. Yani, ‘saldırırlardı’dan maksadım, takılırlardı, alay ederlerdi filan falan. Hatta, şöyle bir hadise olduydu: Bir gün, Levent’te bir evimiz vardı, orada oturuyoruz akşamüzeri vakti. Saat, gece saat on-on buçuk filan, bunlar geldiler. Ayakları yere basmıyor. Rakı vardı, falan vardı, işte uçtu gitti o. Arkasından, başladılar, duvarları da yeni sarı renge boyatmıştık, “Ulan bu ne biçim duvar boyası!” diyerek duvarlara daldılar. Ondan sonra oturdular, elleriyle duvar boyasını silip, birbirlerinin suratına, derken benim suratıma, derken de karımın suratına… Böyle şakayla, yani keyifli bir hayatları vardı. Rakı içtikten sonra da, gene böyle böyle keyiflerine devam ederlerdi. Böyle insanlardı… Yani bunları bu şekilde söylememin sebebi, bunların içmeleri, içkiden sonraki hayatları çok keyifliydi. Kendileri de keyifli. Hani bazı insanlar vardır, içki içtikten sonra bulaşırlar, kavga çıkarırlar bunlar, bunlarda böyle bir şey yoktu. Zaten, gerek kardeşim, gerek Turan Seyfioğlu, fevkalade yumuşak başlı, fevkalade sakin, kimseyle bir hırıltı bir dırıltı çıkarmamak için gayret eden insanlardı. Evet, boyları, posları, şunları bunları, hoşluk tarafları iyiydi, ama böyle taltif edilecek bir tarafları yoktu. Kendilerine eğlenceleri... yani çocuk gibiydiler, bu şekilde insanlardı.”

Neticede, hayatı ilginç anekdotlarla dolu bu macera adamının Turan Seyfioğlu’nun hayatı bir roman mevzusu olacak kadar etkileyici görünüyor. 1951’de Atlas Film İstanbul’un Fethi filmini çekmeye karar verdiğinde Ulubatlı Hasan rolünü oynayacak atletik yapılı bir genç bulmak için bir yarışma düzenler. Seyfioğlu burada keşfedilir. Dikkat çekmesine neden olan sportif yönü yaptığım söyleşilerde herkes tarafından özellikle belirtilmiştir.

Sanatçı kişiliği ele alındığında pek çok insan onun iyi bir oyuncu olmadığını ama sinemaya uygun bir tipi olduğunu söylüyor. Buna rağmen filmlerini çevirdiği dönemde hakkında çıkan eleştiriler onun başarılı oyunlar verdiğini vurgulamaktadır. Hatta 1953’de Türk Film Dostları Derneği onu Akad’ın Katil filmindeki rolü nedeniyle yılın en iyi dört erkek oyuncusundan biri olarak seçmiş ve En İyi Erkek Oyuncu ödülünü vermiştir. 1955’de aynı kurumun aynı kategorideki ödülünü Şadan Kamil’in Kaçak filmindeki rolüyle kazanır. Gerçekten de, bugünden dahi bakıldığında, bütün sinema tarihimiz boyunca onun çizdiği kötü adam tiplemelerindeki kadar modern oyunculuğa az rastlanmaktadır. Rollerine, bilinçli ya da bilinçsizce, Amerikanvari bir oyun tarzı katmıştır. Durgun, biraz tutuk ama kesinlikle gerçekçidir oyunculuğu. Türkiye’nin Humphrey Bogart’ıdır.

Kadri Yurdatap Yeni Yıldız’ın 1956 tarihli 82. sayısındaki Ğerdemizin Kötü Adamı Turan Seyfioğlu başlıklı yazısında onun oyunculuğundan şöyle bahsediyor: “Sinemamızda kötü adam rolüne çıkan başka artistler de vardır. Ve bunların ön planında Turan Seyfioğlu gelir. Amerikan filmciliğinde bad man sıfatı verilen hain, her şeyi bozan ve film sonunda cezasını bulan kötü adam rolü, rollerin en zorudur desek yeridir. Filmdeki hareketleri ile oyuncunun (seyircinin demek istiyor sanırım) sempatisini kazanmaya imkan olmayan böyle artistlerin tek tesellisi başarılı oyunları ile kavuşacakları şöhrettir.

Seyfioğlu’nu araştırmaya başladığımda yazıştığım ilk kişi olan Alican Sekmeç, benim onunla Yılmaz Güney arasında paralellik kurmamı eleştirmişti. Gerçekten de, ona yazdığım ilk mailde, bu iki sanatçıyı kendi dönemlerinin “çirkin kral”ları olarak tanımlayan ve bu yönde karşılaştıran bir yazı hazırlığında olduğumu belirtmiştim. Öyle düşünüyordum ve hala da aynı görüşteyim, çünkü aynen Güney gibi Seyfioğlu da kendi dönemindeki diğer jönlerin aksine, güzel adam normlarının dışında bir çehreye sahipti. İkisinin de tutulma sebeplerinin başında bu özdeşleşebilirlik özelliklerinin olduğunu düşünüyorum. Seyfioğlu da kendi döneminde donuk bakışları, sert ifadesi ve çok da yakışıklı olmayan çehresiyle başrol oyuncusu olarak hayli ayrıksıydı. Oyununda kendisini kasmadığı, değiştirmediği için sıradan, seyircinin arasından biri gibiydi. Bu sadelik belki de onun gerçekten de iyi bir oyuncu olmayışından ileri geliyordu, ama onu sevdiren ve Turan Seyfioğlu olarak seyircisinin beynine kazıtan da bu sıradanlığın getirdiği farklılık olmuştu.

14 Eylül 1920’de İstanbul’da, deniz subayı (deyip de geçmeyelim, Piri Reis ve Türk denizcilik tarihine ait birçok değerli inceleme yazıları ve kaynak kitaplar yazmış) bir babanın oğlu olarak doğdu Turan Seyfioğlu. İlk ve orta okulu İstanbul’da okuduktan sonra Ankara Maarif Koleji’nden çıktı. O dönemde Londra Ziraat Ataşeliğine tayin olan babası ile İngiltere’ye gitmek istedi, fakat babası uygun görmedi. Macerayı seven bir kişiliğe sahipti. 1.84 boyunda, atletik yapılı bir gençti ve iyi bir yüzücüydü. Hatta Türkiye 400 ve 1500 metre yüzme şampiyonu olmuş, yıllarca bu rekoru elinde tutmuştu. Denizi çok seviyordu ve deniz ölene kadar en yakın arkadaşı olarak kalacaktı. Orhan Günşiray onun en yakın arkadaşlarının balıkçılar olduğunu anlattı ve yaşayanlardan birkaçının adını verdi.

Babası onu yanında götürmeyince aklına koyduğunu yaptı ve 2. Dünya Savaşı esnasında, 1942’de, o yıllarda Fransızların elinde olan Suriye’ye geçti. Burada yakalandı ve hapse atıldı. İki buçuk aylık hapis hayatında hücre arkadaşı, sonradan devlet başkanı olup suikast sonucu ölen Suriyeli Albay Hüsnü Zaim’di. Hapisten kurtulmak için lejyon birliklerine yazıldı ve Fransızlar adına paralı asker olarak çöllerde bir buçuk yıl boyunca savaştı. Bu serüvenler esnasında bir yolunu bulup, 1943 Eylül’ünde yurda döndü. Caddebostan’a yerleşti. Burada çok sevdiği denizle ve balıkçılıkla sıkça ilgilenme fırsatı bulacaktı.

Sinemaya girişi de bu macera arayışının bir parçası aslında. İlhan Arakon bu süreci şöyle anlattı: “Şimdi, 1950 senesinde İstanbul’un Fethi filmi için bir müsabakamsı veyahut da araştırmamsı bir şey açtık. O zaman Atlas Film vardı, sonradan dağıldılar onlar. Bu şeye birtakım gençler geldiler. Aradığımız mesele şöyle idi: Ata binmesini bilecek, vücut ölçüleri yeterli olacak, oyun imkanları olacak falan gibi bir şey… Buraya birçok insanlar geldiler. Bunların içerisinde gözümüzün en çok tuttuğu Turan Seyfioğlu oldu. Turan Seyfioğlu o zamanlar, 20-22 yaşlarında, 22 yaşlarında, korkusuz bir delikanlı. Kapı gibi, çok sevimli, gözünü budaktan sakınmayan, böyle çok hevesli bir insandı. O çocukcağız şeyde çalıştı, İstanbul’un Fethi filminde çalıştı. Jön olarak değil, ama ikinci jön olarak çalıştı ve çok da sevimli, yani şu bakımdan; sinema sevenler, sinemaya gidenler, bu filmi seyredenler, ki bu filmin çok seyircisi oldu, hala 29 Mayıslarda bir yerlerden bulup, çıkarıp, oynatıyorlar filmi. Orada popüler hale geldi. Oradaki ismi de şey zannediyorum, Ulubatlı Hasan.

Bu film çok tutulmuş, halen ilgiyle izlenen, hatta yıllar sonra renkli baskısı yapılarak tekrar gösterime çıkmış, tekrarı yapılamamış bir üstün yapım denemesiydi. Sonradan Cüneyt Arkın’ı Cüneyt Arkın yapacak olan Kara Murat tiplemesinin öncülü gibi bir roldü Seyfioğlu’nunki, ama kesinlikle çok daha farklı bir yerdeydi.  

Ardından hemen başrol geldi ve yine Aydın Arakon’un yönettiği, Esat Mahmut Karakurt’tan uyarlama ve başrolleri Zeynep Sırmalı ile paylaştığı, döneminde hayli olumlu eleştiriler alan, Avrupai havasıyla da övülen kayıp bir film olan Ankara Ekspresi’nde (1952) oynadı. Kenan Pars, bu filmi ilk izlediğinde hayli heyecanlandığını, filmi benzersiz bulduğunu anlattı.

Üçüncü filmi olan ve yine başrolde oynadığı Kızıltuğ (Aydın Arakon, 1952), ilk filmi gibi bir tarihsel maceraydı ve şöhretini pekiştirdi. O zamanki seyirci, Abdullah Ziya Kozancıoğlu’nun çok tutulmuş ünlü romanında sevdiği Deligün Budaktepe Timuçin Cengizhan’ın yiğit arkadaşı Otsukarcı rolünde Seyfioğlu’nu benimsemiş ve ona bir taht vermişti. O da on yıllık sinema macerası boyunca bu tahtta kalmayı başaracaktı. İngiliz asıllı eşiyle bu filmin çekilmekte olduğu Uludağ’da tanışmıştılar.

Sıradan bir macera filmi olarak nitelendirilen Ölüm Yarışı’nın (İsmet Hayal, 1953) ardından bir başka efsane, bir başka kayıp hazine olan, Lütfi Akad imzalı Öldüren Şehir geldi. Bu film ve bunu izleyen Katil (Akad, 1953) ve Altı Ölü Var/İpsala Cinayeti (Akad, 1953), ki sonuncusu da kayıptır, onun kötü adam olarak öne çıktığı filmlerdir. Bu rollerde dahi ön planda kalmayı başarmış, başrol oyuncusunun altında ezilmemiştir.

Onun başrolde ünlenmiş bir yıldızken kötü adam rollerini de kabul etmesini kaprissizliğine bağlıyorlar. İlhan Arakon olsun, Sezer Sezin olsun, Seyfioğlu’nun paraya kıymet vermeyen, işte çok seçici olmayan, biraz da her şeye macera gözüyle bakan biri olduğunda birleşiyorlar. O derece ki, Sırrı Gültekin anlatıyor: “Allı Yemeniyi çekiyoruz. Sağlığı artık çok kötüleşmiş. Atla gitmesi gereken bir sahne var. Dublör kullanmamıza izin vermedi. Yalvardık yakardık, yok. O yorulmasın diye tek seferde çektik sahneyi.

Altı Ölü Var’ın ardından, dönemine göre oldukça modern ve hayli erotik bir anlatıma sahip olan Kaçak’taki başrol gelir. Sezer Sezin orada kötü kadın rolündedir ve polisten kaçarak onun yaşadığı çiftliğe sığınan Turan’ı baştan çıkartmaya çalışır. Bir samanlıkta baş başa kaldıkları sahne hele, çıplaklık içermediği halde, güçlü bir erotizme sahiptir. Seyfioğlu, sadece bu filmdeki oyunuyla dahi efsaneleşmeyi hak eder.

Murat Sertoğlu’nun romanından sinemaya uyarlanan Bulgar Sadık/Kaçın Türkler Geliyor’da  (1954) yine Akad’la çalışır. Ardından bir Peyami Safauyarlaması olan Cingöz Recai/Beyaz Cehennem’de (Metin Erksan, 1954) oynar. Sakız çiğneyen kötü adamlarıyla Amerikan filmlerine özenen bir yapısı vardır filmin, ama suç işlerken bir yandan da polise yardımcı olan sevimli sabıkalı rolünde Seyfioğlu hiç yadırganmaz. (Filmde gencecik bir Fikret Hakan’ı da çete elemanı olarak izleriz.). Bu filmlerin ikisi de düzgün macera filmleridir ve çok tutulmuştur.

Ölüm Korkusu (Mehdi Özgürel, 1955), Kızımla Beraber Ağladık (Arşavir Alyanak, 1955) ve Kardeş Kurşunu (Akad, 1955) filmlerinde kötü adamlığa geri döndükten hemen sonra bir başka hit olan Görünmeyen Adam İstanbul’da’da (Lütfi Akad, 1955) oynadı. O dönem seyircileri, filmin büyük kısmında yüzü görülmediği halde, sırf  Turan Seyfioğlu oynadığı için o filme gittiklerini anlatırlar. Ama yabancı bir korku klasiğinin yerli uyarlaması olarak hayli ilginç bir deneme olduğu muhakkak. Bir kopyası ortaya çıksa da izlesek!

Görünmeyen Adam’ı takiben oynadığı altı melodram arasında gişesi, popülaritesi ve rolünün güzelliği açısından öne çıkan, Osman Seden’in 1957 tarihli Zeki Müren filmi Berduş’tur. Bu filmdeki rolü başkası oynasa sırıtacak derecede şematik, gaddar bir kişilik olmasına rağmen, Turan role inandırıcılık katmayı başarmıştır. Bu film aynı zamanda Feridun Karakaya’nın sonradan çok meşhur olacak Cilalı İbo tiplemesinin ilk defa gözüktüğü yapımdır.

Sözün burasında filmografiye biraz ara verelim isterseniz. Turan Seyfioğlu, 1961 yılında, 41 yaşında, genç öldü. Filmlerini izleyin, bakın, 1958’e kadar ulaşılabilen tüm filmlerinde sanatçı dimdik, atletik yapıda, sağlıklı görünüşte. Sonraki tarihlerdeki filmlerinde olsun, fotoğraflarında olsun, o dinç yapıdan eser yoktur. Ha Seyfioğlu yine Seyfioğlu’dur, ama otuzlu yaşlarda olmasına rağmen, ihtiyar bir Seyfioğlu’dur.

Bu durumu sorduğumda, çoğu bunu içkiye bağladı. Ama sağlıklı, heyecanlı, sportmen, hayatı seven bir adamın nasıl sağlığını bozacak derecede, intihar eder gibi içkiye düştüğü sorusu vardı ortada. Çalışma arkadaşlarının anlattıklarını birleştirince ortaya bir yasak ilişki mevzuu çıkıyor: Evliliği mutlu bir şekilde sürüp gitmekte olan Turan, dönemin ünlü bir spikeri olan Dürnev Tunaseli ile tanışıyor ve ona kapılıyor. Bu olay evle de arasını açıyor ve karısı onu terk edip İngiltere’ye gidiyor çocuğuyla birlikte. Seyfioğlu da Tunaseli ile birlikte fırtınalı bir birliktelik yaşamaya başlıyor. Atıf Yılmaz Söylemek Güzeldir’in 154. sayfasında anlatıyor: “Yaşamak HakkımdırTuran Seyfioğlu’yla çevirdiğim ilk ve son film oldu. Filme başladığımız sıralarda TuranDürnev Tunaseli’yle birlikte yaşıyordu. Birbirlerini yok etmek, tüketmek üzerine kurulu bir ilişki. Turan’ın alkol komasından sürüklenerek sete getirildiği sabahları hatırlıyorum: onu ayıltıp işe başlatmak için saatler harcadığımızı… Dürnev’e aşırı öfke duyduğum o sabahları… Turan için çok şey anlatılırdı. Yabancılar Lejyonunda paralı askerlik yaptığı… Suriye Cumhurbaşkanıyla aynı hücrede hapis yattığı… Bir de aşırı kuvvetini anlatan hikayeler… iri yarı bir adamı yakasından tutup tek koluyla havaya kaldırdığı falan filan… O Turan’ın Yaşamak Hakkımdır çekiminde incecik Çolpan’ı kucağına alıp kaldıramadığını görmek gerçekten üzüntü vericiydi. Gene de, bütün film boyunca, aşırı terbiyesi ve saygısıyla elinden geleni yaptığını, başarılı bir oyunculuk sergilediğini söylemeliyim.

Yaşamak Hakkımdır, 1955’te çekilmiş bir yol filmi. İstanbul’dan Güneydoğu Anadolu’ya kadar süren bir kaçışı anlatıyor. Yılmaz’ın Halit Refiğ’le senaryosunu yazdığı film, o senenin en iyi filmlerinden biri olarak anılıyor. Ama o da kayıp bir hazine.

Alican Sekmeç’e göre Seyfioğlu onu ölüme götüren hastalığı, yine 1955’te çekilen, başrollerini Sezer Sezin’le paylaştığı Akad filmi, Meyhanecinin Kızı’nda kapıyor. Filmin kış aylarında çekildiğini ve bir sahnede Seyfioğlu’nun denize atlaması gerektiğini anlattı. Kaprissiz kişiliği itiraz etmesini engelliyor ve atlıyor suya. O dönemde hastalanıyor ve zaten içki nedeniyle hayli zayıf düşen bünyesi iyice harap oluyor.

Son yıllarında çevirdiği birkaç filmin ardından iyice yorgun düşen Seyfioğlu, tedavi için İngiltere’ye, eşinin yanına gitti. Oradan dönen cesediydi. 22 Kasım 1961 tarihli Sinema dergisi (sayı 54) cenazeyi şöyle anlatıyor: “Osman Ağa Camii’nde görülmemiş bir kalabalık vardı… Seyfioğlu’nun ay-yıldızlı bayrağa sarılı naaşı omuzlar üzerindeydi. Kamyonet üzerinde bir operatör (Orhan Çağman) Aktunç Film adına bu merasimi filme alıyordu... Omuzlar üzerindeki cenaze ilk molayı Fenerbahçe stadyumunun yanındaki bir orta okulun önünde verdi. Bu okulda Turan’ın üç yılı geçmişti. Turan orta okulu burada bitirmişti. Ay-yıldızlı tabut burada cenaze arabasına konuldu. Konvoy Caddebostan’a kadar böylece gitti. İkinci mola orada verildi…. Ortalığı klakson sesleri doldurmuştu. Otuz otomobil ve üç otobüs hep birlikte klakson çalıyorlardı. Caddebostan’dan Erenköy’e kadar böylece gidilmişti. Kalabalık dağılıyordu. Üç metre yerin altında koskoca bir insan yatıyordu. Üstünde tahtalar, betonlar, topraklar ve çelenkler vardı. Baş ucundaki çelenkin üstünde “Eşi ve çocuğu” yazıyordu.” Dönemin neredeyse tüm ünlü sinema çalışanları cenazedeydiler. Erkenden sönüp giden bir ışık…

Seyfioğlu, döneminde oyunculuğa getirdiği yenilikçi tavırla sinemamıza çok şey katmıştır. Filmleri, sanatçı kişiliği ve hayatı, kapsamlı bir şekilde ele alınmalı ve incelenmelidir. Tez zamanda kayıp filmlerine de ulaşılması dileğiyle…

 

Filmografi

İstanbul’un Fethi 1951 Aydın Arakon
Ankara Ekspresi 1952 Aydın Arakon
Kızıltuğ 1952 Aydın Arakon
Altı Ölü Var/İpsala Cinayeti 1953 Lütfi Akad
Öldüren Şehir 1953 Lütfi Akad
Ölüm Yarışı 1953 İsmet Hayal
Kaçak 1954 Şadan Kamil
Beyaz Cehennem/Cingöz Recai 1954 Metin Erksan
Bulgar Sadık/Kaçın Türkler Geliyor 1954 Lütfi Akad
Kardeş Kurşunu 1955 Lütfi Akad
Ölüm Korkusu 1955 Mehdi Özgürel
Ebediyete Kadar 1955 Turgut Etingü
Kızımla Beraber Ağladık 1955 Arşavir Alyanak
Bataktaki Kız 1955 Şinasi Özonuk
Görünmeyen Adam İstanbul’da 1955 Lütfi Akad
Tuzak Oteli 1956 Aydın Arakon
Miras Uğrunda 1956 Aydın Arakon
Yetimler Ahı 1956 Muharrem Gürses
Berduş 1957 Osman Seden
Çölde Bir İstanbul Kızı 1957 Faruk Ken
Meçhul Kahramanlar 1958 Agah Ün
Meyhanecinin Kızı / Mapushane Çeşmesi  1958 Lütfi Akad
Yaşamak Hakkımdır 1958 Atıf Yılmaz
Allı Yemeni 1958 Sırrı Gültekin
Yavrum İçin 1958 Muharrem Gürses
Devlerin Öfkesi 1960 Nevzat Pesen
İçimizden Biri 1960 Türker İnanoğlu