Sinemanın Klasik Çağı

Eric Rohmer

Çev: Cem Kayalıgil

 

Tuhaf bir kompleksten yana dertliyiz şu günlerde, tarih kompleksinden. Les Dames du Bois du Boulogne üzerine bu kadar tantana edilmesine şaşırmıştı birileri, “Bunda yeni ne var ki?” diye. Bunun üzerine, bir yapıtın değerlendirmesinin sadece kendi tamamlanmışlığı üzerinden yapılması gerektiği cevabını yetiştirebilecek birilerinin çıkmasını isterdim.

Gelişme evresindeki bütün sanatlar çeşitlenme gereksinimi duyarlar. Yenilik bundan sonra gelen bir ölçüttür; tıpkı yıkıp dökme arzusunun, çöktü çökecek yapılarla hemen bastırılabildiği çalkantılı dönemlerde olduğu gibi.

Klasik çağının eşiğinde duran sinema öncüllerini keşfediyor; ama ortokromatik ve sessiz görüntülerin hoş ve ömrünü doldurmuş dünyasının kalıntılarını değil, artık ölümsüz olduğunu bildiği ve incelikli kurallarını çözmeye talip olduğu bir güzelin arketiplerini. O halde, mermerden yontulmayı istemesi ve orta çağındayken kof bir cesaretle ve memnuniyetle kendisine yakıştırmış olduğu şimdinin sanatı sıfatını reddediyor olması; sinema için çok mu çocukça, çok mu düşüncesizce bir şeydir? 

Sahicilik, doğallık, yer ve eylemdeki birlik, psikolojik derinlik... Sinemanın çalışma alanını haber kuşakları ve dedektif öyküleriyle sınırlamaya herkesten daha fazla heves eden eleştirmenlerin, bu kavramları irdelemekten çok tekrar edip durdukları iddiasındayım. Kim bilebilir ki? İçlerinden birisi Aubignac’ın “La pratique du théatre”ını [1] yeniden okumayı akıl etmiş olsaydı, delicesine aradığı ifadeyi orada bulabilirdi. Henüz olgunlaşmamış oluşuyla iftiracıları huzursuz eden bir klasisizme bağlanalım hadi. Ama ne olursa olsun şu iddiamızdan da kuşku duymayalım: Endişeye gerek yok. Sinemanın klasik çağını geride bırakmış değiliz, daha var ona.

Beyazperdedeki set birdenbire genişleyip kendi başına bir oyuncu haline geldi. Edebiyat ise dünyayı keşfetmeyi öğrenmişti: 3000 yıllık pratiğinin keskinleştirdiği kahinlik insanlığa o kadar derin işlemişti ki keskinleşmiş bakışının, görünenin anlamsız ve kaotik gösterisi üzerine kurulacağı günlere gelinecekti artık. Edebiyatın asıl işi olan, bir şeyi göstermeden açıklama görevine bu bilinçteki bir arzuyla karşı çıkışını anlayışla karşılayabiliriz; ama sinemanın buna zıt yönde ilerleyip insanı keşfetmesine hangi hakla engel olabiliriz ki? Öteki sanatların anca katettiği bir yolun son noktasının hâlâ bir hayli uzağında olan sinema; sinemadan doğup ona onun ancak soluk bir yansımasını sunabilen bir edebiyatı niye örnek almak zorunda olsun?

Kanımca, sinemanın evrimi başlangıçta resim ve şiirinkiyle çakışıyordu; sonrasındaysa “yenilenmeyi” kabalaşmakta buldu. Bu doğrultuda düşündüğümde de Marc Sennett, Buster Keaton veya Charlie Chaplin’deki sürrealizmi Bir Endülüs Köpeği veya Altın Çağ’dakinden daha gerçek buluyorum.

Ayrışma artık tamamlandı. İster inanın ister inanmayın, Faulkner’a kıyasla Diderot daha modern bir senarist. Kaldı ki örnek bulmak için geçmişi eşelemeye de gerek yok. Bugünün en iyi senaristleri, değerinden bir şeyler kaybedebileceğine ihtimal vermedikleri bir edebiyatın pırıltısı karşısında büyülenerek, kendilerinde saklı duran ahlaksal ve psikolojik eğilimleri köreltmekteler.

Tutkuların, kişiliklerin ve zihinsel süreçlerin bizler için çoktan tükenmiş kategoriler oldukları ve bunların ifadelerinin de aklımıza ancak teğet geçebileceği ne malum?John Ford’un Gazap Üzümleri’ne ve André Malraux’nün Espoir’ına getirebileceğimiz tek eleştiri, bunların, baştan okumaya artık hiç de heves etmediğimiz romanların sinemasal uyarlamaları olmaları olabilir. Sanat, çağımızın bir yansıması olduğu kadar panzehiri de değil mi? Merhametsizlik kültü, huzurlu çağların kötü alışkanlıklarındandır; bizim çağımızınsa daha yetkin bir ilaca ihtiyacı var. İnsan hakkındaki her şey söylenmiş değil; yeni bir sanat söz hakkı almak için sabırsızlanıyor. Ona kulak vermeye hazır olduğumuzu görelim; modaya uyma uğruna kendimizi bile isteye küçültmemize neden olan ve gözükör bağlılığımızın elinde can veren kalıplaşmış sanattan yıldık artık. Hem çağımızın en katışıksız ifade biçimleri bile (şarkı, dans, öykü serileri) taklitten öte bir şey değilse, gelecekte, bugünleri baştan değerlendirmeyi kim isteyecektir ki?

Dünya naifliğini yitirmekte. Sanatsal ifadenin en doğal biçimlerinin de koflaştığı şu çağ, sadece duyarlılık ve aklımızın daha arı kaynaklarına yaslanmamıza imkan tanıyabiliyor. Şansımızın değerini bilelim. Kader ve tarih bizden yana.

Sinema sinemadır. Onun kendisiyle zıtlaşması da zekice bir dümendir. Bırakalım hayalî bir saflığın yitirilişinin yasını tutanlar için şu sır ne ifade edecekse etsin: Dilden, yani en olağan göstergeden yoksun olan sessiz film karakterleri, ruhlarını bizlere açabilecek incelikli bir yöntemde ustalaştılar. Orada her şey bir gösteren veya simgeye dönüştü. Zekasının yüceltilmesinden yüreği yağ bağlayan seyirci ise anlamak için didindi durdu ve görmeyi unuttu. Ama sesli filme geçilmesiyle birlikte, kendine yabancı olan bu ödevden kurtulmuş olan beyazperde için şimdi, asıl görevine dönme zamanıdır: işaretlere başvurmadan sergileme görevine.

Sesli filmlerde, görünen şey, tözdür ve iç dünyanın özünü kendinde bulur: öyle bir dünya ki, görünen, onun vücut bulmuş halidir, göstereni değil.

Huzursuz bir yüzde duygunun kendisinden ötede olup da farketmeyi isteyeceğimiz bir şeyler daha hiç mi yoktur? Chaplin’in, sinemanın en gerçek dehası olduğunu iddia etmek ne kadar da tuhaf! Asıl ustalarımız olarak hadi Murnau’yu, Stroheim’ı veya Dreyer’i selamlayalım. Seyirciye göz kırpanların tümünden, kendilerine suç ortağı arayanlardan ve ne denli sağduyulu olursa olsun şefkatimizi bekleyen her şeyden sakınalım. Mesafeli durmayı öğrenmemiz şart. Yeniden özüne kavuşmuş olmasıyla gururlanan sinemanın, ikiyüzlü bir tavırla onda bulacaklarımızdan daha fazlasını vereceğini iddia ediyoruz.

Notlar

Maurice Cherer imzasıyla, Combat’ın 15 Haziran 1949 tarihli sayısında yayınlnamıştır.

[1] François Hedelin, abbé d’Aubignac (Aubignac başrahibi); kısaca Aubignac: 1604-1676 yılları arasında yaşamış Fransız oyun yazarı. (çev.)

“La Pratique du théatre”: 1657 yayınlanmış olan bu eser, klasik oyun yazarı Racine için temel bir rehber işlevi görmüştü.