Kılavuz 2004

Gökhan Erkılıç

 

Denilebilir ki sinema dünyaya gözlerini açtığında karşısında onu buldu. Öylesine sinejenik bir duruşu vardı ki kameranın ilgisini çekmemesi düşünülemezdi. Sinemanın o çok sevdiği aksiyon ve ritm onun doğasında vardı. Vazgeçilmezliğinin bilincinde, sinemayı yıllarca peşinden koşturdu. Zaman içinde başrollere bile çıktı ve sinemanın unutulmazları arasında kendine sağlam bir yer edindi. Uçsuz bucaksız topraklar üzerinde zaman zaman yolcusu olarak taşıdığı kameranın rahat devinmesi için raylarını ona miras bıraktı. Sinemanın halka ulaşması için yıllarca çabaladı; filmleri o köy senin, bu köy benim nazlanmaksızın taşıdı durdu ve böylece onların eğlenmesine olduğu kadar eğitilmesine de destek verdi. Sinemanın ilk yıldızlarından biri olmakla yetinmeyerek önemli işlerin altına adına yazdırmayı başardı: hem güçlü ve yorulmak bilmez bir set işçisi, hem de onu dünyanın kuş uçmaz kervan geçmez yörelerine dek götürmeyi kendine görev edinmiş bir sinema delisi... tren, kara tren! Sizleri, yıllar boyunca sayısız filmin görüntü karelerinden bize ulaşan tren öykülerinden derlenmiş, öznel ve nostaljik bir yolculuk bekliyor.

 

Karanlık salonun aydınlık perdesine yansıyan titrek görüntüler... Bir tren sessiz devinimler içinde Ciotat garına yaklaşıyor. Söylenceye göre, üzerlerine gelen trenin kendilerini ezeceğinden korkan seyircilerden kimisi kendini salonun dışına atarken, kimisi salondaki görece daha güvenli yerlere kaçışıyor. Kalanların izledikleri yapıt, Louis Lumiere’in ilk belge-filmlerinden Trenin Gara Varışı (L’Arriveed’un Train en Gare, 1895). Derken ilk başrolüne çıkıyor tren ve Edwin Porter’ın westernin öncülerinden  olan Büyük Tren Soygunu’nda (Great Train Robbery, 1903) beğeni topluyor olacak ki bundan sonraki hemen tüm westernlerde kendini göstereceği bir rol kapmayı beceriyor. Bunların içinde biri var ki bütünüyle onun üzerine kurulmuş bir film. John Ford’un Doğu’yu Batı’ya bağlayan demiryollarının yapımını anlatan Demir At (Iron Horse, 1924) filminde uygarlığın sembolü olarak vurgulanıyor. Sömürgeci beyazların bu bakışının karşısında, kendilerini topraklarından sürerek kültürlerini yok eden bu yıkıcı anlayışın sembolü olarak gördükleri trene demir at adını yakıştıran yerlilerin bakışı duruyor. Doğu-Batı demiryolu ağı, Kızılderili uygarlığının sonunu hazırlayan gelişmelerden biri olarak, treni kapitalist dünyanın yayılmacı anlayışının gözdesi haline getiriyor.

 

Çağımıza damgasını vuran şu bildik Amerikan rüyasını gerçeğe dönüştürme sürecinde, özellikle de Amerikan İç Savaşı sırasında dengeleri değiştirecek roller üstlenen trenlerden birinin öyküsü sinemanın da ilgisini çeker. Buster Keaton ve Clyde Bruckman’ın yönettiği The General (1926), savaşın gidişatını değiştiren, kırılgan ve bazen de komikleşen bir kahramanlık öyküsünün başkahramanı olarak bir trenin öyküsünü anlatır. Dziga Vertov’un kendisi de bir teknoloji ürünü olan kameranın çağın teknolojik gelişimine ve yaşam kültürüne tanıklık ettiği Kameralı Adam (The Man with a Movie Camera, 1929) filmi, birkaç sahneyle çağın hıza ve güce olan tutkusunu trenler ve raylar üzerinde dile getirir.

 

Demiryolları yüzyılın başındaki bu öncü konumunu zamanın akışı, değişen değerler ve teknolojik gelişmeler karşısında yitirdi. Ancak onun insan yaşamına girmesini sağlayan nedenler geçerliliklerini koruduğu için vazgeçilmezlerden biri olmayı sürdürdü. Kendini sürekli yenileyen teknolojisiyle yeni kuşaklar için de çekici kalmayı bildi. ABD, Japonya, Rusya ve Hindistan gibi ülkelerde taşıma ve ulaşımın olmazsa olmazı konumunu korusa da dünya genelinde eski sempatisini taşımadığı da bir gerçek. Demiryolları özellikle ulaşım konusunda öncelikli tercih olmaktan çıkınca, sinema ile olan ilişkisi de ilk dönemdeki kadar içli dışlı olamadı. Westernlerin ortadan kalkmasıyla gözlerimiz onları daha az görür oldu. Zaman ilerledikçe, filmler bize insanların sosyo-ekonomik sınıflarına göre giderek artan bir biçimde otobüs ve uçağı tercih ettiklerini, hatta kendi arabalarına tapınmaya başladıklarını gösteriyordu. Ancak sinema trenleri ve demiryollarını gündeminden eksik etmedi. Rayların üzerinde geçmişin izlerini aradı, ölüm ve yaşamı sorguladı. Aşklara, savaşlara, sürgün ve göçlere tanıklık eden trenlerin peşine düştü. Trenleri sıkça ölüm kamplarına ve aşklara doğru yol alırken gördük. Ve bazıları belleğimizde silinmez tortular bıraktı.

 

Bir tren garını ve yolcuları zamanın durduğu bir anı yaşayan perondaki bir treni ölüm ve yaşam kavramlarının sorgulandığı bir alan olarak kullanan, sinemamızda soyut ve düşünsel sinemanın az sayıdaki örneklerinden biri aklımıza ilk gelenlerden. Metin Erksan’ın tv için çektiği ve bir Sait Faik uyarlaması olan Müthiş Bir Tren (1976), bu tür sinemanın ulusal sinemamıza çok geç yansımış ancak bir sürü anlamsız eleştiriyi ardına taksa da başarılı ve ayrıksı örneklerinden biri. Vittorio de Sica’nın Termini Garı (Stazione Termini, 1953) ise geleneksel sinemaya çok daha yakın bir anlatımla, son randevusuna tanıklık etsin diye kendine Roma garını seçen bir yasak aşkı öyküler.

 

Yaşamın sorgulamasını, çok canlı, inişli-çıkışlı bir anlatımla gerçekleştiren Jozsef Pacskovszky’nin Kornel Esti’nin Muhteşem Yolculuğu (The Wondrous Voyage of Kornel Esti, 1994) filmi, bizi yazar Esti’nin çıktığı iki tren yolculuğuna konuk eder. Trenlerden biri düşünceli ve ölümün kıyısında duran yaşamını gözden geçiren olgun Esti’yi Almanya’ya, diğeri ise otuz yıl öncesinde kalmış genç ve yaşam zevklerinin peşinde koşan genç Esti’yi İtalya’ya taşır. Sonuç: Ne varsa güneyde var! Aşk, gizem, kuşku ve gerçeklik kavramlarını tartışan bir başka film de, Andre Delvaux’nun klasik denilebilecek trendeki kadın temasından modern bir çözümlemeye ulaşan Bir Gece, Bir Tren (Un Soir, un Train, 1968).

 

Trenlerle çok sık rastlaştığımız türlerden biri de savaş filmleri... Özellikle 2. Büyük Savaş sırasında ölümcül çağrışımlar yaparak kötü ün kazanan trenler, insanlığın tükenişinin kanıtları oldular. Binlerce kez milyonlarca askeri ölüme, milyonlarca sivili ölüm kamplarına, açlığa ve yoksulluğa taşıdılar. Dolu dolu giden vagonlar ya boş olarak ya da cesetlerle geri döndüler. Bazıları da ölüm bölgesinden uzaklara taşıdılar insanları; sayıca sözü edilmeye değmeyecek kadar azdılar. Tren demek ölüm demekti ve bu gerçek insanlığın ortak belleğinde silinmez izler bıraktı. Steven Spielberg’in Schindler’in Listesi (Schindler’sList, 1995) elinden geldiği kadar çok sayıdaki Yahudi’yi işyerinde çalıştırarak trenlere yüklenmesini! engellemeye çalışan bir işadamının öyküsünü anlatır. Radu Mihaileanu’nun Hayat Treni (Train de Vie, 1998) filminde anlatılan, Nazilerden kaçmak için doğaçlama bir beceriyle çiziktirdikleri kaçış öyküsünün gereği olarak, onarıp çalışır duruma getirdikleri bir trene doluşan ve kendilerini raylara vuran, Doğu Avrupa kökenli bir grup Yahudi köylüsünün kurtuluş öyküsüdür. Ölümcül bir nefretten kaçan topluluğun içinde biri de sevgi ve ilgiden boğulurum korkusuyla aşktan uzak durmayı kafasına  koymuştur. Sonuç: Aşk ölümcül bir savaştır! Savaşa uzaktan bakan veya bakıyormuş gibi yapan çok güçlü filmler de var. Slav romantizminin yanına güldürüsünü de koymayı başaran Jiri Menzel’in Sıkı Denetlenen Trenler’i (Closely Watched Trains, 1966) bu türden. Bohemya’da bir tren istasyonunda haberci olarak çalışan, sıradan hayatını inişleri ve çıkışlarıyla, arzuları ve çelişkileriyle sürdüren genç bir adamın, sürüp giden savaşın istasyona yansıyan izlerine tanıklık etmesi ve gerçeğin perdesini aralayan gözlemleri. Hayatı sevmenin doğurduğu gülümsemelerin karşısına, savaşın Almanlar için artık tersine döndüğünü gösteren ceset yüklü vagonların trajikliği dikilir. Doğrudan savaşı anlatan binlerce filmin arasında Rene Clement’in Demiryolu Savaşı (La Batailledu Rail, 1948) öne çıkıyor. Fransızların 2. Büyük Savaş sırasında Almanlara gösterdikleri direnişin en güçlü olduğu alanlardan biri de demiryolları olmuştur. Taşıdıkları stratejik değerden de öte elde tutulmalarının ya da Almanlarca kullanılmasının önüne  geçilmesinin verdiği psikolojik güç, demiryollarının önemini ortaya koyarken, öte yandan da filmin bir direniş belgesi olarak görülmesine de neden olmakta.

 

Rainer Werner Fassbinder’in İstasyon Şefinin Karısı (Bolwieser, 1977) ve Jos Stelling’in De Wisselwachter (1986) filmleri istasyon görevlilerini konu edinirler. Fassbinder’in kahramanı istasyon şefliğini yüksek bir statü olarak gören, gözü işinden başka birşey görmeyen bir adam olarak çizilse de filmi sürükleyen hayatın sıradanlığını aşmak için aşk peşinde koşan karısıdır. Abarttığı statüsü ve kendini güçlü olduğuna inandırdığı toplumsal rolü gereği, eşinin sürdüğü hayata ilgisiz kalan istasyon şefi öncelikle kendini aşmak zorunda kalacaktır ki bu yıkımın ta kendisidir. Stelling’in filmi ise, bir yanlışlık sonucunda, yolu kuş uçmaz kervan geçmez bir yöredeki küçük bir istasyona düşen çekici ve başına buyruk bir kadının, içekapanık bir demiryolu görevlisinin üzerinde yarattığı sarsıntılı tutku ve düşkırıklıkları üzerine olağanüstü güzellikte bir çalışma.

 

Raylar üzerinde geçen filmlere gelince: Biri çok bildik, diğeri ise az ile hiç arasında biliniyor. Sidney Lumet’nin Doğu Ekspresinde Cinayet (Murder on the Orient Express, 1974) filmi, bir tren vagonunu duruşma salonuna çevirmesiyle bilinir. Bilinmeyinin adı Ekspres Ekspres (1996), yönetmeni de Igor Sterk. Nereye gideceği konusunda zerre kadar düşüncesi olmayan, tren yolculuğunu saplantı haline getirmiş bir adamın raylar üzerinde sürüp giden komik öyküsü.

 

Sürgün ve göçlere suç ortaklığı yapan trenlerin öyküsü de sinemada sıkça rastlananlardan. Kısır topraklardan görece daha verimli çiftlik topraklarına taşınmak zorunda kalan köylülerin öyküsünü anlatan filmler arasında en önemlilerinden biri Veljko Bulajic’in Tarifesiz Tren (Train without a Timetable, 1959) filmidir. Gücünü yeni-gerçekçi çizgisinden alan film, treni kitlelerin yoksulluklarını ardında bırakmalarını sağlayan bir araç, bir sosyal basamak olarak betimler. Politik kararlarla zorunlu göçü, sürgünü yaşamak zorunda kalan topluluklarla ilgilenen filmlerin sayısı sanıldığı kadar fazla değil. Bunun ardında politik sinemanın giderek zayıf düşmesinin ya da bu tür sorunlara genellikle yol açan ülkelerin kendi tezlerine karşıt olarak kullanılabilecek çalışmalara hoşgörü göstermemelerinin büyük rolü var. Sürgün edilenlerin ise kendi belgesellerini çekmeye sıra gelinceye kadar, önlerinde birikmiş çok daha yaşamsal sorunları var. Pamela Rooks’un çektiği Pakistan Treni (Train to Pakistan, 1997), ilgisini Hindistan tarihinin bir sayfasına yöneltiyor. 1947 yılında Pencap eyaletinde huzurlu ortama rağmen zorunlu kılınan ve etnik seyreltme amaçlı göçler, ülke tarihinde önemli rol oynayan demiryollarının politik bir araç olarak kullanıldığını gösterir. Klasik tip sömürgeci anlayışın kalıntıları olan bu demiryolları üstünde işleyen her tren, gittiği her yere arkada bırakıldığı sanılan huzursuzluğu da taşıyacaktır.

 

Son sözü sinema üzerine söylenmiş sözü olan filmlere verelim: Çocuk yaşlarda seyrettiği Bazıları Sıcak Sever filmi nedeniyle sinemaya tutulan, kendinde yeni bir Marilyn Monroe havası yakalayan genç bir kızın öyküsü... Radoslaw Piwowarski’nin Hollywood Treni (Train to Hollywood, 1987) filmi, kendisini buralardan kurtaracağını düşündüğü ünlü yönetmen BillyWilder’a yazdığı mektuplara yanıt alamasa da, trenlerde bira satarak sürdürdüğü yaşamı düşlerinin gerçekleşebilirliği inancını zora sokup zedelese de yolundan dönmeyen bir sinema sevdalısını tanıtmıştı bizlere. Son filmimiz bir belgesel: Chris Marker’dan Yürüyen Tren (Le Train en Marche, 1970). Deneysel yanı da olan filmleriyle tanıdığımız Rus yönetmen AleksandrMedvedkin’in 1930’lu yıllarda yaptırdığı ve ekibiyle kullandığı sinema treni, evet yanlış okumuyorsunuz, sinema treni Marker’ın çok hoşuna gider. Tren bir film yapımevi gibi çalışmaktadır. Vagonlarından biri yataklı, diğeri baskı atölyesi, öteki çekim gereçleri deposu, beriki projeksiyon odası olarak hizmet veren bir rüya tren! Bu dönemin öncesi ve sonrasında, kırsal bölge ve yörelerde eğitim filmleri, haber belgeselleri ve konulu eğlendirici filmlerin gösterimini yapan agit-trenlerin varlığı, Sovyetler Birliği’nde sinemanın yaygınlaşması ve sevilmesinde büyük rol oynamıştır. Medvedkin’in projesi ise doğrudan üretimi amaçladığı için Marker’ın ilgisini çekmiştir. Ve bu durmayı sevmeyen, oradan oraya gezinen trenini öyküsünü filme alarak belgeler.

 

Burada, trenin şu ya da bu şekilde karıştığı filmlerden derlenmiş bir sinema öyküsü daha sonlanıyor. Gelişen teknoloji trenleri çağın gereklerine göre yeniledikçe, yenileri eskiyen rayların yerlerini alıp demiryolu ağlarını genişlettikçe, trenler ve kameralar rayların üzerinde yeni sinema öyküleri yazmayı sürdürecekler.